You are here
Süleyman Hocamızla Arının Balı, İşçinin Bilinci
“İşçi sınıfının Süleyman’ı”, işçilerin hocası Süleyman Üstün, 19 Mayıs 2007’de 80 yaşında hayatını kaybetti. Aslen öğretmen olan Süleyman Hoca, 1970’lerde DİSK’e bağlı sendikalarda işçilere eğitim vermeye başladı. Lastik-İş Sendikasının eğitimcilerinden birinin hastalanması üzerine onun yerine derse giren Süleyman Hocanın anlatımını çok seven işçilerin ısrarı üzerine de hayatının sonuna kadar işçi sendikalarında eğitimciliğe devam etti. Bugün metal, petrokimya sektöründe çalışan pek çok işçi Süleyman Hocanın eğitimlerini hatırlar ve bu eğitimlere katıldığı için gurur duyduğunu ifade eder.
Süleyman Hoca Lastik-İş’in ardından Kemal Türkler’in başkanlığını yaptığı Maden-İş Sendikasında da eğitimler vermeye başlamıştı. Büyük işçi eylemlerinin örgütleyicisi olan Maden-İş, işçiler için bir okul görevi görüyordu. Bu okulun öne çıkan hocalarından Süleyman Üstün, Maden-İş’in Gönen’deki eğitim ve tatil sitesinde işçilere, eşleri ve çocuklarıyla birlikte eğitim veriyordu. İşçi ailelerinin yer aldığı bu tür eğitimler o yıllarda bir ilkti.
Süleyman Üstün egemen kapitalist sınıfın okullarda, üniversitelerde ve işyerlerinde verdiği eğitimin “taraflı” olduğunu biliyordu. Bu eğitimin işçileri adeta “korkak”, “bencil”, “kendilerine ve güçlerine yabancı” ve “olaylar arasında bağ kuramayacak kadar kör” hale getirdiğini söylüyordu. Maden-İş Sendikasının verdiği eğitimler ise kapitalist toplumun gerçeklerini anlatıyor, işçileri ve ailelerini örgütlü mücadeleye çağırıyordu. İşçiler bu eğitimleri özellikle de Süleyman Hoca’nın eğitimlerini çok seviyordu. Çünkü Süleyman Hoca işçilerin içine itildiği durumu ve çıkış yolunu canlı, somut örneklerle, hikâyelerle anlatıyordu. Konuyu yeniden yaşatırcasına anlatıyor, son derece içten ve sade konuşuyordu. En karmaşık sorunları dahi hayatın içinden verdiği örneklerle, heyecanlı ve gür sesiyle anlatıyordu. “Arı Hikâyesi” onun bu sevilen anlatım tarzının örneklerinden biriydi ve yıllarca işçilerin zihninden silinmedi. Ölümünün 17. yılında onun bu güzel hikâyesine yer vererek bir kez daha saygıyla anıyoruz Süleyman Hocamızı.
“Arı ne yapar, bal yapar.
Arı kimin için bal yapar? Kendisi için yapar. Arıların tek yiyeceği baldır.
İlkbahar gelip havalar ısınınca ve rüzgârlar azalınca arılar kovanlarından çıkarlar. Çiçekten çiçeğe uçarlar. Tüm çiçekler arılarındır. Bal çiçektedir çünkü. Gül, karanfil, menekşe, papatya, kasımpatı, akasya ve diğerleri, balı çiçeklerinde gizlerler. Yalnız arılar bilirler çiçekteki balı. Doğanın arılara verdiği bir yetenektir bu. Arıdan başka hiçbir yaratık bulamaz ve alamaz çiçekteki balı.
Bütün yaz çalışır arı. Çiçeklerin balını taşır kovanına. Bu çalışma yaz sonuna kadar sürer. Havalar soğuyup rüzgârlar sertleşmeye başlayınca arılar kapanırlar kovanlarına. Bütün kışı yuvaları olan kovanlarında geçirirler.
Mutludur arı ailesi. Nafakaları tamdır kovanlarında. Kış nasıl isterse öyle geçsin. İsterse kasıp kavursun ortalığı. Kar, tipi, boran birbirini izlesin, göz gözü görmesin isterse. Ama dilerse ara sıra güneş baba görünsün orta yerde. Belki arılar kovanları önünde güneşlenirler bir parça. Ama dedik ya isterse görünsün. Nasıl olsa yaz gelince ısıtacak hep ortalığı, arıların yiyecek yönünden bir sıkıntıları olmayacak ki. Bak bütün kovanları balla dolu.
Bugünlerde siz hiç arı kovanından gelen sesleri dinlediniz mi? Bir vız vızlama vardır kovanda. Bir uğultu yükselir ki kovandan, insan bunun bir bayram şenliği olduğunu hemen anlar. Dinlenecek şeydir arıların şenliği. Bir anlayabilsek arı ailesinin bayramlarda neler yaptıklarını. Anlardık elbet yarınları güvenlik altında olan toplumların mutluluklarını.
Ne var ki uzun sürmez arıların bu bayramı. Kovanın sahibi gelir kovanı şöyle bir yoklar. Ağırlığından anlar ki bal doludur kovan. Boş olan hiçbir şey ağır olmaz ya. Mutluluk sırası bu kez kovanın sahibindedir. Hemen eve koşar. Yardımcılarını çağırır. Hepsi yüzlerine maskeler takarlar. Ellerine eldivenler geçirirler. Yanlarına içi duman dolu bir körük alırlar. Tepsileri, tabakları, bıçakları da almayı unutmazlar elbet. Her hırsızlığa çıkan, bir başkasının ürettiğini aşırmaya giden herkes belli şekilde maskelidir. Yanında işini kolaylaştıracak eşyaları vardır. Onların da var.
Önce bol bol duman verirler kovanın içine. Dumanın kendilerine bir şey yapmayacağını bilmeyen arılar terk ederler kovanlarını. Gidip bir ağaca konarlar. Arıdan arınmış kovan, maskeli, eldivenli adamlar tarafından açılır. Ballar, tepsilere, tabaklara doldurulur, eve taşınır.
Ev sahibi kovandaki balın tümünü almış mıdır acaba? Arılara hiç bırakmamış mıdır? Bırakmıştır. Arıların ölmeyecekleri, kıt kanaat geçinecekleri kadar bırakmıştır.
Hazır balı bulmuşken niçin tümünü almıyor ev sahibi. Tümünü alırsa arılar yiyecek bir şey bulamazlar ve açlıktan ölürler. Ölsünler. Ölsünler olmaz. Arılar ölürse gelecek kışa balı nereden bulacak kovanın sahibi? Onun için ölmeyecek kadar bir şeyleri olmalıdır arıların.
Üstelik kovanın sahibi yiyecekleri bittiği zaman arılara şeker eritir, şerbet bile verir. Ölmemelidir arılar. Arılarla işçilerin hayatı pek benzer birbirine, ikisi de çok çalışkandır bir kez. İkisi de durmadan üretir. Biri bal üretir. Öbürü mal-değer üretir. İkisinin de aldığı pay eşittir birbirine. İkisi de yaşamlarını sürdürecek, işgücünü kaybetmeyecek kadar pay alırlar üretimden. Benzerlik o kadardır ki birine şerbet verildiğinde diğerine ikramiye verilir zaman zaman. Arılar bir çözüm bulamayacaklar bu duruma. Doğa yasaları bağlamış onları. İşçiler? Acaba? Ne dersiniz işçiler?”[*]
[*] Derinden Gelen Kökler, 2. Cilt, Maden-İş Tarihi Çalışma Grubu, Sosyal Tarih Yayınları
Elbet Bir Gün…