You are here
Dert Bizde Derman Ellerimizde, Birliğimizdedir!
Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki tüm gerçekler baş aşağı edilip çarpıtılıyor, işçi ve emekçiler olarak yaşadığımız sorunlar yok sayılıyor. Mesela yoksullaşmanın geldiği düzey yıllardır inkâr ediliyor, işçi ve emekçilerin yoksulluğunun nasıl da derinleştiği gözlerden gizlenmek isteniyor. Oysa Türkiye’de yoksullaşmanın geldiği düzey, sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki uçurumun ne kadar derinleştiği ortadadır.
2012 yılında asgari ücretin 1,5 katı olan ortalama gelir, bugün hemen hemen asgari ücretle eşitlenmiş durumda. Yani milyonlarca insan 17 bin lira olan asgari ücret seviyesinde bir ücret alıyor. Türk-İş, Haziran ayında dört kişilik bir ailenin açlık sınırının 19 bin liraya, yoksulluk sınırının 62 bin liraya dayandığını açıkladı. Gerçekleri gizlemek için kırk takla attığı halde TÜİK’in kimi verileri de büyüyen yoksulluğu gözler önüne seriyor. TÜİK verilerine göre Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik kesim 2023 yılında tüketim harcamalarının yüzde 40’tan fazlasını yaparken en yoksul yüzde 20’lik kesim yüzde 7’sini gerçekleştirdi. Yirmi yıl önce bu rakamlar en zengin kesim için yüzde 38 ve en yoksul kesim için yüzde 9 civarındaydı. Yani yirmi yılın sonunda geldiğimiz nokta tartışmaya yer bırakmayacak şekilde zenginin daha fazla zenginleşmesi, yoksulun daha fazla yoksullaşmasıdır. Peki, bu tablo kendiliğinden mi ortaya çıktı? Elbette hayır! Hızla yoksullaşmamız sermayenin ve siyasi iktidarın işçi sınıfına yönelik saldırılarının sonucudur.
Saldırılarına kılıf bulmaya çalışan iktidar sözcüleri öyle laflar ediyorlar, öyle yalanlar söylüyorlar ki bu pişkinliğe hayret etmemek elde değil. Mesela Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, gelişmekte olan ülkeler arasında en yüksek asgari ücretin Türkiye’de olduğunu söylüyor. Ama bunu söylerken asgari ücretin alım gücünün ne kadar düşük olduğundan, asgari ücret ve civarında çalışan işçi sayısının o ülkelere kıyasla çok daha yüksek olduğundan hiç söz etmiyor! Sanki bugüne kadarki ekonomi politikalarını kendileri uygulamamış gibi ekonomideki dengesizliğin sebebinin EYT’liler ve 6 Şubat depremleri olduğunu iddia ediyor! EYT’lilerin emeklilik hakkını seçim baskısıyla verdiklerini itiraf ederken bunun için “kendilerini sıkıştıran” muhalefeti suçluyor.
Peki bütçe açığının sorumlusu ilan ettiği EYT’lilerin bu yılki maliyeti ne kadarmış? 724 milyar lira… Yani sermaye lehine vazgeçilen 1,8 trilyon liralık verginin yarısından daha az! Ama Şimşek bu gerçekten hiç söz etmiyor. İktidarın 2008’de çıkardığı yasayla emekli maaşlarını bilinçli olarak adım adım düşürdüğünü, üzerine TÜİK’in sahte enflasyon rakamları üzerinden yapılan zamlarla maaşların sefalet düzeyine çekildiğini hiç dillendirmiyor. 6 Şubat depremlerinin bütçeyi zorladığını söylüyor ama bugüne kadar toplanan deprem vergilerinden, depremlerin ardından yapılan yardım kampanyalarında toplanan paralardan hiç bahsetmiyor. Deprem bölgesini yandaş sermaye gruplarının rant sahasına çevirdiklerini, depremzedelerin zeytinliklerine, tarım arazilerine el koyduklarını, depremde yıkılmayan evlerini yıkmak üzere yasa çıkardıklarını da söylemiyor.
Sermayenin çıkarlarını gözeten, işçi ve emekçilerin sırtındaki yükü arttırdıkça arttıran iktidarın pişkinliği arşa varmış durumda. Çalışma Bakanı “ekonomik göstergeler olumlu, asgari ücrete artış yok” derken Maliye Bakanı büyük bir mutlulukla “finansal programda kararlılık” mesajı veriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, sanki başka zam görmemişiz gibi muhalif belediyelerin yaptığı zamları eleştirerek “gençlere, kadınlara, esnafa, emekliye verilen sözlerin tamamı unutuldu” diyor.
Öyle zamanlardan geçiyoruz ki bu kadarı da olmaz denilen oluyor, gerçekler rahatlıkla ters yüz ediliyor, aynı yalanlar temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze getiriliyor. Deyim yerindeyse toplumsal dejavularımız artıyor. İktidar sözcüleri birkaç ayda bir ekonominin iyiye gittiğinden, önümüzdeki dönemde enflasyonun düşeceğinden söz ediyor ama gerçekler hiç de onların dediği gibi olmuyor. Şimşek, Mayıs ayında enflasyonun pik yapacağını ama daha sonra hızla düşeceğini, hatta Temmuzda yüzde 40’ları göreceğini söylemişti. Oysa TÜİK’in zorlama enflasyon verilerine göre bile Haziran ayında yıllık enflasyon yüzde 72 düzeyinde olurken ENAG yıllık enflasyonu yüzde 113 olarak açıkladı.
Her zaman söylediğimiz gibi her şey karşıtıyla birlikte vardır. Ekonomik sorunlar büyüdükçe düşük ücretlere, vergi artışlarına, hayat pahalılığına tepki gösteren, hakkını arayan, sendikalaşan işçilerin sayısı da artıyor. Ama ekonomik yıkımın faturasını bize ödetmeye kararlı olan iktidar sahipleri bu durumdan fazlasıyla rahatsız oluyor, işçi ve emekçileri başka gündemlerle oyalamaya çalışıyor. Emperyalist savaşın yıkımını, acısını yaşayan Suriyeli mülteciler ırkçı saldırılara uğruyor. İktidarın neden olduğu sorunlara duyulan öfkenin hedefi saptırılıyor, hedef tahtasına en savunmasız ve mağdur kesimler konuluyor. Bir taraftan milliyetçilik kışkırtılıp tepkiler göçmenlerin üzerine yöneltilirken diğer taraftan öfkenin asıl nedeni olan sorunlar daha da ağırlaştırılıyor. Yoksulluk büyütülürken doğa talan edilmeye, deprem bahanesiyle emekçilerin evleri ve yaşam alanları gasp edilmeye devam ediyor. Daha yazın en sıcak günleri gelmeden başlayan orman yangınları can aldı. Binlerce dönüm ormanlık alan, içindeki canlılarla birlikte yanıp kül oldu. İktidar ise her zamanki gibi sorumluluk almayarak ve yangınlara zamanında müdahale etmeyerek zihniyetinde hiçbir değişiklik olmadığını, olası yangınlara karşı hiçbir hazırlık yapmadığını gösterdi.
2024’e girdiğimizde İşçi Dayanışması’nın 189. sayısının başyazısında şöyle demiştik: “İşçi ve emekçiler olarak çok zorlu bir yılı geride bıraktık ve 2024’ten beklentilerimiz var. Fakat perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Karşımızda gemi azıya almış bir sermaye sınıfı varken, ekonomik yıkımın bedelini işçi ve emekçilere ödetmekte kararlı bir siyasi iktidar varken 2024’te kendiliğinden düze çıkacağımızı düşünmeyelim. Beklentilerimizin gerçekleşmesi için mücadele etmek zorundayız. Ama şunu unutmayalım: En küçük bir hak arama mücadelesinin baskıyla, şiddetle boğulmak istendiği, muhalif seslere, gerçeklerin yüksek sesle söylenmesine, hak talep edilmesine tahammülsüzlüğün arşa vardığı, toplumun kuşatılıp nefessiz bırakıldığı bu ortamda bu mücadeleyi tek tek işçiler olarak veremeyiz.”
Evet, 2024’ün gelişi 2023’ten belliydi. Bu satırları yazmamızın üzerinden geçen 6 aylık zaman diliminde sermayenin ve iktidarın yoğunlaşan saldırılarına karşı işçilerin tek tek işyerlerinde verdiği mücadeleler arttıysa da işçi sınıfı bir bütün olarak saldırılara karşı koyamadı, koyamıyor. Emeklilerden kamu emekçilerine, belediye işçilerinden sağlık işçilerine, öğretmenlerden doktorlara, metalden tekstile pek çok sektörde işçiler çok haklı taleplerle alanlara çıkıyor, grev yapıyor, direniş başlatıyorlar. Ancak işçi sınıfının örgütlülüğü zayıf olduğu için sayısı hiç de az olmayan bu mücadeleler birleşip büyüyemiyor, güçlenemiyor. Bu nedenle işçi sınıfının en acil ve yakıcı ihtiyacı birliğini ve örgütlülüğünü güçlendirmektir.
Saldırılara karşı durmanın tek yolu ne kadar zor görünürse görünsün işçilerin işyerlerinden başlayarak birleşmesi ve örgütlü bir güç olmasıdır. İşçiler olarak her birimize sorumluluk düştüğü açıktır. Her zaman söylediğimiz gibi: Sorunun kaynağı olanlar sorunları çözemezler. İşçi kardeşler dert de derman da bizdedir, kendi ellerimizdedir. Mücadele örgütümüz UİD-DER’in çağrısına kulak verelim, işyerlerimizde, sendikalarımızda, mücadele alanlarında bir araya gelelim, sermayenin ve iktidarın saldırılarına birlikte karşı duralım.
İşçi Dayanışması 195. Sayı Çıktı!
Dönme Dolap Gibiyiz